19 Temmuz sabahı sonuç ekranına baktım. Önümde iki seçenek vardı: mezuna kalmak ya da üniversiteye gitmek. Aslında o an karar vermek için hiçbir hazırlığım yoktu. En büyük şansım, ailemin bilinçli davranmasıydı. Bana kalsa, hedefim olmamasına rağmen “mezuna bırakırım” der geçerdim. Çoğu arkadaşımın yaptığı gibi…
Ama ailem, önce araştırmam gerektiğini öğretti. Haklıydılar da. Başka bir çıkış kapısı aramadan sürüyü takip etmenin anlamı yoktu.
Fakat sorun şuydu: Ne istediğimi bilmiyordum. “İyi bir üniversite mi, yoksa iyi bir meslek mi?” sorusunun bile cevabını veremiyordum. Çünkü biz YKS’ye hazırlanıyoruz ama sonrası için hazırlıksız bırakılıyoruz.
Ben de önce meslek seçmeye karar verdim. Uzun uzun düşündüm, araştırdım, kendimi tanımaya çalıştım. Sonra üniversite kriterlerini çıkardım: yurt, akreditasyon, Erasmus, şehir imkânı, laboratuvar, kampüs, akademik kadro… Hepsini tek tek elden geçirdim. Ailemle birlikte fuarlara gittik, üniversiteleri gezdik, rehber öğretmenlerle konuştuk. Sonunda bir liste oluşturduk.
Ama hâlâ emin değilim. Hâlâ “O mesleği yazmasa mıydım?” diye içimden geçiriyorum. Çünkü bütün bu sürecin üç haftaya sıkıştırılması hem çok korkutucu hem de büyük bir yanlış.
Şunu kabul etmek lazım: 17-18 yaşındaki bir çocuktan, hayatının geri kalanını belirleyecek kararı vermesini bekliyoruz. Daha kendini tanımaya çalışan birine, “Haydi, şimdi mesleğini seç!” diyoruz. Sonra da yanlış tercihler, mutsuzluklar, pişmanlıklar ortaya çıkıyor.
Bu tablo sadece benim hikâyem değil. Her yıl yüz binlerce gencin yaşadığı ortak çıkmaz. Sistem, bizi sınava hazırlıyor ama hayatımıza hazırlamıyor.
Üstelik bu yıl tercih süresi yine üç haftaya sıkıştırıldı. Yani on binlerce gencin “hayat planı” koca bir yaz tatilinde değil, sadece birkaç haftada şekilleniyor. Şimdi soruyorum: Bu karar aceleye getirildiğinde, mutlu ve üretken bireyler mi yetiştiriyoruz, yoksa kaybolmuş kuşaklar mı?